top of page

DON KİŞOT’LUĞA GEREK YOK MU?

“Hadi canım, şimdi Don Kişot’luğun gereği yok,” deyişini bugüne kadar her birimiz en az birkaç kez duymuş veya kullanmışızdır. Bununla söylenmek istenen nedir acaba?

- “Kendini ortaya koyma, öne çıkarma,” mı? - “Asıl düşündüğünü kendine sakla, ortama uy,” mu? - “Sivrilik yapma, haklı da olsan etrafını tedirgin edecek söz ve davranıştan kaçın,” mı? - “Değiştiremeyeceğini bildiğin şeyin üzerine varma,” mı? - “Kahramanlık yapayım derken başını derde sokma,” mı?

İyi de, bu nasihatlara rağmen Don Kişot’luk yapılırsa ne olur? Ne mi olur? Meselâ, gülünç duruma düşebiliriz. İnsanlar bize enayi gözüyle bakar. Antipatik oluruz. Sonra, başımıza iş açarız. İnsanları karşımıza alır, düşman kazanırız. Rahatımız kaçar. Bir sürü şeyle uğraşmak zorunda kalırız. Çıkarlarımıza zarar veririz. Amaçladığımız konumlara, unvanlara erişemeyiz. Daha başka ne olsun!

Don Kişot’luk terimi , çoğumuza bunları düşündürürken, önce bunların kaynağına dönüp, yazarın hayatı ve edebî kişiliği ile, kitabı özetleyelim. Miguel de Cervantes Saavedra 1547 yılında doğmuş ve bir rastlantı eseri , 22 Nisan 1616’da Shakespeare ile aynı günde ölmüş. Yaşamının ilk dönemleriyle ilgili çok fazla kayıt yok ama, yirmi iki yaşındayken Roma’da Kardinal Acquaviva’nın evinde hizmetlilerinden biri olarak çalışırken karşılaştığı İtalyan kültürünü, kalıcı biçimde benimsemiş. Daha sonra 1571’de İne bahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlılara karşı savaşırken ezilen sol elini kaybettiğini, birkaç yıl sonra ise, Akdeniz’de Berberî korsanlarca esir alınarak kâh forsalık yaptığını, kâh Cezayir’de hapis tutulduğunu, sonunda kurtulmalık parasıyla (fidye) özgürlüğe kavuştuğunu biliyoruz. İspanya’ya döndükten sonra hayatının geri kalan otuz altı yılında, devlette çeşitli ufak görevlerde bulunarak geçimini sağlamaya çalışmış. Örneğin, vergi toplama memuru göreviyle dolaşırken yaşadığı veya tanık olduğu olayları, sonraları Don Kişot romanında dile getirmiş. Yazın alanında ise şiirler, soneler ve piyesler yazmış ama bunlar ona ne ün, ne de para kazandırmış. Hattâ , ailesinin eşyalarını rehine bırakmak zorunda kalmış. 1600 yılında nihayet memuriyet sefaletinden kurtularak, zamanını yazarlığa ayırabilmiş. Suçsuz olmasına rağmen birincisi 1592’de , diğeri 1597-98 yıllarında olmak üzere iki kez hapse giriyor. Kendisini ünlendiren Don Kişot romanına ikinci mahpusluğunu geçirdiği Sevilla kentinde başlamış olduğu tahmin ediliyor. Cervantes Don Kişot’u, biri 1605, diğeri 1615’de olmak üzere, iki bölümde yayınladı. İlk bölümü bile yazarı üne kavuşturmaya yetti, fakat paraya kavuşturmadı. Don Kişot’tan sonra en önemli eseri sayılan “Yeni Örnekler”i ( “Novelles ejemplares” – 1613 ) oluşturan on iki öykünün bazısı devrimci biçem (üslup) ve içerik taşır. Yaşamının sonuna doğru sağlığı bozulunca, geriye kalan zamanı boşa harcamamak duygusu ve kendisine dayanak olması amacıyla dine sarılmış. Don Kişot’un son bölümünün yayınlandığının ertesi yılı öldü, ve Fransiskan tarikatı geleneği uyarınca kahverengi cüppeyle ve mezar taşı olmadan Madrid’de gömüldü.

Cervantes’in edebî kişiliği konusunda uzmanlar, onun Rabelais ile birlikte, modern romanın babası olduğunu, ve hocası Juan López de Hoyos kanalıyla öğrendiği Erasmus’un hümanizm asından etkilendiğini söylerler. Cervantes bu kitabında, idealistlik- şövalyelik geleneği ile, alaycılık- muziplik geleneğini birleştirir. Buna, ve kitabın canlı gerçekçiliğine karşın, eser ne idealist ne de alaycıdır. Eleştirmenler kitabın bütün türlerin üstünde olduğunu ve başarısıyla, Cervantes’in döneminde bile şiirden daha önemsiz sayılan roman türüne prestij kazandırdığını söylerler. Hatta bazıları bu eserin, hiç abartısız, en hikmet dolu ve görkemli kitap olduğu kanısındadır. Roman o denli çok yönlüdür ki, her düzeydeki insan kitapta kendi zevkine ve kavrayışına uygun şeyler bulur. “ Az sayıda insan onun iç içe geçmiş özelliklerini çözümleyebilmiş, ve bir maden yatağı gibi, kazıp derinlere indikçe , orada bulunan cevhere ulaşabilmiştir,” der bu eleştirmenler. Cervantes eserinde, en derinlikleri dile getirerek, en uzlaşmaz karşıtların dahi birliğini keşfediyor: kötülüğün özündeki iyiliği, deliliğin altında yatan hikmeti, kahkahanın arkasındaki hüznü, ve başarısızlığın zaferini. Don Kişot ve bir ölçüde Şanso Panza’nın ahmaklığa razı olmaları, onlar, ve onlarla birlikte dünyanın daha hikmet sahibi hale gelebileceği ümididir. Böylece kahramanlarımız, çılgınlık ve saçmalığın derinliklerinden, insanlığın zirvelerine yükselir.

Kitaba gelince, asıl adı Alonso Quijano olan Don Kişot, olgun yaşlarında, alçak gönüllü bir taşralıdır. Kitaplığındaki çok sayıda şövalye öykülerini okuması, onu gerçeklerden uzaklaştırıp, hayallere kaptırarak kendini şövalye sandırır. Bu nedenle, adını soylu bir şövalyeye yakışacak Mançalı Don Kişot’a çevirir. Bir şatonun efendisi zannettiği berbat bir hanın sahibi de onu yeni ünvanıyla kutsayarak, şövalye ilân eder. Köylülerinden koca göbekli, bodur Şanso Panza’yı da (ki Panza İspanyolca’da işkembe ve koca göbekli demektir), kendisine uşak, daha doğrusu refakatçi, seçer. Uşağı, kafası fazla çalışmayan, fakat efendisine körü körüne sadık, onu tehlikelerden korumak isteyen, ancak uyarılarını dinletemeyen, fakat böyle olmakla birlikte, köylü kurnazlığıyla, kendi çıkarlarını da bilen ve kollayan birisidir. Yorgun bir araba beygirinden başka şey olmayan atına da, bir şövalyeninkine uygun olsun diye Rosinante adını koyar. Sevgilisi Aldonza Lorenzo ise, saf, çirkin bir köylü kızı iken, Don Kişot’un gözünde soylu güzel, Tobosolu Leydi Dulsinea olur. Şövalye artık Leydi sevgilisinin şanına, haksızlıkları düzeltmeye, kötülük ve yanlışla savaşmaya hazırdır. Ama, dünyayı kendi hayallerinin aynasında gördüğü için, köy hanını kale, yel değirmenlerini kötü devler, koyun sürüsünü askeri birlik sanır. Hizmetkârı olan genç çocuğu döven çiftçi, zincire vurulan esirleri götüren koruyucular, ve bazı tüccarlarla takışarak, şövalyelik ülküsü adına onlara meydan okur. Çoğuyla başı derde girer, üstelik umduğu sonuçları da sağlayamaz.

Romanın birinci bölümünden on yıl sonra yayımlanan ikinci bölümünde Cervantes çok ilginç bir roman tekniği kullanır, ve ikinci bölümde Don Kişot, birinci bölümü okumuş olan ve onu tanıyan kişilerle karşılaşır! Yani, Cervantes’in metni kendi üzerine kapanır. Maceraların ilk bölümü, sonraki bölümde, şövalye romanlarının, romanın başlangıcında üstlenmiş olduğu harekete geçirici rolünü oynar. İkinci bölümde de maceralar sürer. Bu kez Don Kişot, kendisini ciddiye aldıklarını sandığı, aslında onunla eğlenmek isteyen bir dük ve düşes tarafından aldatılır. Bu kişilerin, onu bu tehlikeli hayallerinden kurtarmak isteyen bir komşusuyla işbirliği yapmaları sonucu, Beyaz Ay şövalyesi adıyla Don Kişot’la çarpışan bu komşu, onu yenerek, şövalyeliği bırakıp evine dönmesine sebep olur. Yenik düşmüş ve hayal kırıklığına uğramış Don Kişot, kısa süre sonra hastalanır ve dünya sahnesinden çekilir.

Don Kişot’un yaşadıklarından dolayı ve katlandığı zorluklara pişman olarak öldüğü söylenebilir mi bilmiyorum... Çünkü hayalleri gerçekleştirmeye çalışmanın daima bir bedeli vardır. Yaşam, isteklerimize ulaşmanın bedellerini bize sürekli fatura edip, bizden tahsil eder. Yine de bunun için bedel ödemeye değer, çünkü hayaller kişiyi hayata bağlar, ona şevk verir, nerdeyse kanatlandırır. Don Kişot’un hayalleri de iyi hayallerdi aslında. Kötülükle savaşacak, dünyayı düzeltecek, ve bunları, plâtonik bir aşk duyduğu Dulsinea adına yapacak, ona lâyık olacaktı. İyilik, doğruluk, güzellik uğruna, sevgi adına bedel ödemek, insana zor gelmiyor doğrusu. İnsan ruhunun taşıdığı hayal gücü, rüya, yalan, ümit, istek ile, aldanış ve ideal, insanın eylem yapma iradesi ve yaşama nedeninin kaynaklarıdır. İnsandaki bu çatışmalar eserde, ilk bakışta çok net ve kesin çizgilerle izlenebilirken, giderek daha karmaşık hale gelir ve sonunda ne okuyucu, ne Don Kişot’un kendisi, ne de onun karşılaştığı kişiler, gerçeğin ne olduğundan artık emin olabilirler.

Bu roman, görünüşle gerçeklik, soylulukla ahmaklık, ve ahlâksal erdem ile iyi ve kötünün karışımı olan dünya arasında uzlaşma gereğinin ilk incelemelerindendir. Kitabın birbirini tamamlayan birkaç maksadı olduğu düşüncesi yaygındır. Kitap boyunca şövalye, hayalci, kendini aldatan yaklaşımı, uşağı ise ayağı yere basan, gerçekçi bakış açısını sergiler. Öyle ki, bu özelliğiyle Şanso Panza, efendisinin “normal”den ne kadar ayrıldığını ölçen bir standart görevi yapar. Bu iki karaktere, bizim orta oyunumuzdaki “kavuklu” ile “pişekâr”ın paralelleri demek hiç de yanlış olmaz. Karşılıklı konuşmalarında, düşünülenin tersi söylenerek yapılan ince alay, yani ironi, ile, olayları ve kavramları farklı boyutları ile irdelerler. Cervantes her ne kadar o zamana dek yazılmış şövalyelik kitaplarını karikatürize etme niyetiyle işe başlamışsa da, sonunda kitap ve kahramanları, bundan sıyrılmış ve adeta kendi benliklerine ve kendi gerçekliklerine kavuşmuşlardır. Aynı zamanda kitap, nerdeyse yok olmak üzere olan İspanyol edebiyatını, 17. asrın yeni bilimsel bilgilerine, hümanizme ve matbaacılığa taşımıştır.

Don Kişot romanına bakış açısı, yaşanan dönemlerle birlikte değişmiştir. 18. yy.’a kadar ona bir kaba güldürü veya tuluat gözüyle bakılıyordu. 17. ve 18. yy.’larda Don Kişot, sağduyu kurallarına uymayı reddeden, olumsuz bir hiciv karakteri olarak görülüyordu. 19 yy. Realizmi ise eserin, gerçekliği tüm yönleriyle sergilediğinde birleşti. Aydınlanma Dönemi’nde ise toplumsal düzen ve adaleti, aykırı yöntemlerle sağlamaya çalışan bir adama dönüştürüldü. Romantik akım ise onu kutsal bir çılgın, ya da akıl ve hikmet sahibi enayi şeklinde yorumladı. O artık anlaşılmamış, şiirsellikten uzak maddî bir dünyanın anlayamadığı ve yere vurduğu bir idealist idi. Alman Romantizmi yorumunu daha da farklılaştırarak, romanda iki gücün çatışmasını gördü: Don Kişot’un kişiliğinde somutlaşan şiir (nazım) ile, Şanso Panza’da somutlaşan düzyazı (nesir). Friedrich Schelling’e göre romanın teması, gerçek olanın ideal olanla ebedî çatışmasıydı. Dostoyevski, Don Kişot’un karakterine psikolojik açıdan yaklaştı ve onun, o sarsılmaz inancını neredeyse zayıflatan şüphelerine odaklandı. Rüyasının doğru olduğuna delilik sınırlarını zorlayan bir şevkle inanan bu olağanüstü karakter, şüpheler duymaya başlayınca, o müthiş rüyasını sürdürebilmek için birbiri ardınca hep yeni rüyalar yaratmak zorunda kalır.

İspanyol kültürünün Don Kişot’a yaklaşımı ise epey farklıdır. Jose Ortega y Gasset’e göre, yabancıların bu kahraman hakkında yakaladıkları iç görüler zayıf ve yüzeyseldir. “Onlar Don Kişot’ta hayranlık uyandıran yabancıl (egzotik) bir eser gördüler. Bizim gördüğümüzü göremediler. Bize göre Don Kişot, kaderimiz problemini irdeler.” Yine Gasset’e göre Don Kişot, bir “kutsal çılgın” ve bir “Gotik Mesih”tir. Anlamsız, saçma bir dünyanın ızdıraplarıyla yüz yüze gelip parçalanan bir Kurtarıcı. Miguel Unamuno ise, Don Kişot’u bir İspanyol Mesih olarak algılar, taraftarları olmayan, başarısızlığa mahkûm, yalnız bir adamın trajik hevesini anlatır onun öyküsü. Bu roman Cervantes’i, Rönesans sonu ile Barok dönemin başı arasında altın çağını yaşayan İspanyol edebiyatının kalbine ve doruğuna yerleştirir. Çeşitli kaynaklardan yapılan bu alıntılardan anlaşıldığı gibi, şimdiye dek Don Kişot’la ilgili çok farklı görüşler belirtilmiş ve yorumlar yapılmıştır.

Don Kişot’ça tavıra çağdaş yazınımızda bir paralellik aradığımda nedense aklıma hemen Nazım Hikmet’in “Kerem Gibi”si geldi:

Hava kurşun gibi ağır!! Bağır bağır Koşun bağır kurşun O diyor ki bana: bağırıyorum. erit- -Sen kendi sesinle kül olursun ey! meğe Kerem çağırıyorum... gibi yana yana... «Deeeert çok, Yürek- hemdert -lerin Ben diyorum ki ona: yok.» kulak- - Kül olayım -ları Kerem sağır... gibi Hava kurşun gibi ağır»... yana yana. Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, Hava toprak gibi gebe. nasıl Hava kurşun gibi ağır. çıkar Bağır Koşun karan- bağır kurşun -lıklar bağır erit- aydın- bağırıyorum. meğe- -lığa.. çağırıyorum...

Nazımın dizelerinde dile getirilen ve Don Kişot’un on üçüncü kuşaktan torunu, modern şövalye Keremden üç ve çeyrek asır önce, büyük, büyük, büyük dedesi “ hüzünlü şövalye” Don Kişot, herhalde kendisini etrafındakilere şöyle anlatıyordu:

Hava kurşun gibi ağır. Duyarlılıklar nasır tutmuş. Sağır kesilmiş vicdanlar. Böylesi çürüme kahrederek canımı, Dehşet içinde, Bağır, bağır, bağırıyorum, Yel değirmenlerine saldırıyorum.

Şövalyeler, derebeylik devri Avrupa’sında, zayıfları korumak, fakirlere, hastalara, yaralılara, gereksinimi olanlara ve ezilenlere yardımcı olmak amacıyla, ülke, ülke dolaşan atlı savaşçılardı. Bu kişiler gördükleri çarpıklıklara, başkasının müdahalesini beklemeden, duruma el koyup yanlışı düzeltmekle kendilerini yükümlü görüyorlardı. Bu davranışların temelinde, bencillikten uzak bir özveri ve kendini doğruya, iyiye adamak olduğu kuşkusuz. Zira herhalde onlar, “insanın, doğru olanı yapmakla, yanlış yapıyor olamayacağı”na inanıyorlardı. Toplumda gerçek kardeşliğin kurulması ve sürdürülmesi, fertlerin acılarının dindirilmesinin yolu, şövalyelere göre, bu yoldaki çabaların, başkalarından beklenmeden, kendileri tarafından gösterilmesinden geçerdi. Zaten seçeneğimiz iki tane değil mi? Ya olayda taraf olup eyleme geçeceğiz, ya da başkalarının bir şeyler yapmasını bekleyip seyredeceğiz.

Şövalyelerden, bireysel zararlarına da olsa, diğer insanların yararına olacak davranışlar beklenir. Bana öyle geliyor ki, şövalyelik kurumu, Batı ile Doğunun temelden farklı olan kültürlerinin sentezi olarak görülebilir. Doğu kültürünü biçimlendiren idealistik dinlerde, birey önemli değildir. Bireyin hayatının gerçek, derin bir anlamı yoktur. Önemli olan toplumdur. Bireysel hayatların, ancak toplumun geneli açısından anlamı vardır. Yani parça değil, bütün önemli olduğundan, Doğu kültürü toplum odaklıdır. Halbuki Batı kültürünün insanları, kişi hayatının bir anlamı olması gerektiğine inanır, hayatlarının anlamını arar ve bulmayı ümit ederler. Bu nedenle, Batı insanı birey odaklıdır. Daha farklı ifadeyle, bir insan topluluğunun kültürü, o toplumun evreni anlama biçimini, evreni yorumlamasını yansıtır. Doğu, evren odaklıdır, birey bütün için vardır, ve bu nedenle, bütünle uyumlu olarak yaşamalıdır. Batıda ise bütüne hizmet etmenin yolu, birey olmak, farklı olmaktır. Doğu ve Batı toplumları arasında günümüzdeki gelişmişlik farkı büyük olasılıkla bu yüzdendir. Çünkü Doğu kültürü, bireyin topluma tabi olmasını isterken, Batı kültürü, bireyi farklı olmaya özendirir. Gruplar halinde örgütlenmesine rağmen, şövalyelik, bireysel davranış gerektirir ve kişisel yükümlülük taşır. Fakat bu bireysel çaba, birey için değil, bireyler içindir, toplumun yararınadır. İşte bu açıdan, Doğu ve Batı kültürleri şövalyelikte kesişiyor. Şövalye bireysel sorumluluk ve çabasını, toplumun yararına adayarak, bu sentezi hayata geçiriyor.

Çağımızda da hâlâ içimize sindiremediğimiz, haksızlığına katlanamadığımız çok şey oluyor. Rahatımızı düşünüp susmak, eyleme geçmemek bir tercih. Ama o zaman adalete, eşitliğe, insanlığa ve insan olmanın haysiyetine uymayan şeyler nasıl değişecek? Ne zaman değişecek? Kim değiştirecek?.... “Başkaları,” mı dediniz? .... Bizler de diğerlerine göre “başkası” olmasaydık, bu düşünce bir çözüm olabilirdi. Ne yazık ki, aslında “başkası” somut bir kişi değil, soyut bir kişi. Her birimiz bir diğerine göre “başkası” olduğumuza göre, kendisinin de başkası olduğunu göremeyen kişi, eylemi diğer insanlardan bekleyip kendisi bir şey yapmayacaktır. Bu durumda çözüm için meydan Rufaîlere kalıyor demektir.

Başkası kavramı olaya ilginç bir boyut daha katıyor. Dikkatli düşünmek lâzım, insan acaba yaptıklarından dolayı mı Don Kişot olur, yoksa başkalarının üzerlerine düşeni yapmamalarından dolayı mı bazılarımız Don Kişot olmuş olur? Yapılması gerekenler herkesçe yapılsa, Don Kişot’lara ihtiyaç kalmaz. Demek ki, genelde çoğunluğun aldırmazlığı, korkaklığı, bencilliği, sorumluluklarını yerine getirmekten kaçmaları, küçük bir azınlık olan Don Kişot’ları yetiştiren toprak. Hayat, ilişkilerimizden ve yaşamımızdan kendi payını ister. Kişiler arasındaki ilişkiler bazen çok tekdüze hale gelir. Böylesi bir ilişkide, renk ve ruh kalmaz; ilişki sürüyor gibi gözükse de, gerçekte ölmüştür. İşte o zaman hayat, o kişiler arasında adeta hır çıkartır. Bu durumda kişiler, ilişkilerini yeniden gözden geçirir, ve o ilişki onlar için hâlâ değerliyse, bir anlamda, başka bir plâtformda, kişiler yeniden birbirleriyle tutuşurlar. İlişki bu yolla budanmış ve yeni bir filiz vermiştir. Kişiler bağımsız ya da soyut olmayıp, Büyük Hayatın unsurları olduğundan, Hayat böylece yaşanandan payını alır. Don Kişot da kırsal bir ortamda tekdüze yaşam sürerken, duyguları ve rüyaları onu kalkıştırır. Maddî ve manevî emekli, yarı ölü Don Kişot , böylece yeniden canlanır, ve hayata dönerek yaşamı, bu dünyadan gelip geçenlerin yaşaması gerektiği gibi yaşamaya başlar. Böyle bir inanç veya duygu kişiyi sarhoş edecek, yeniden yeşertecekse, insanın, “Gel, doldur benim de kadehimi,” diyesi geliyor.

Don Kişot’ların saldırdığı değirmenler neyi simgeliyor dersiniz? Biri için duyarsızlığı, diğeri için bencilliği, ötekisi içinse kötülüğü. Kimilerine göre ise cehaleti, öğrenmeye, gelişmeye direnci, haksızlığı, hırsı, doymazlığı, kalleşliği. Herkesin ortak bir değirmeni olmasa da, her birimizin değirmenleri var. Bu değirmenlerin, yolumuzun üstünde, kocaman kanatlarıyla dönüp saltanat sürerken, insancıkları kanatlarına takarak etrafa savurup perişan etmesine göz mü yumacağız? Hani, kendini şövalye olarak görenler nerde? Nerede vicdan, sorumluk, insanlık? Hayata geçmeyen, eyleme dönüşmeyen tepkinin, kabullenmezliğin değeri var mı? Bu noktada Cervantes’le aynı gün öldüğünü belirttiğim Shakespeare’in, Can Yücel’in tercüme ettiği, ünlü “66. Sone”sine kulak vermemek yakışık almaz doğrusu:

Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni; Değmez bu yangın yeri avuç açmaya, değmez, Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, Değil mi ki ayaklar altında insan onuru, O kız-oğlan-kız erdem dağlara kaldırılmış, Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru, Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş, Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın, Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene, Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın, Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e; Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama, Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

Bazı kişiler olan bitenler karşısındaki edilgenliklerinin özürü olarak, “Yalnız yaşasam, ne yapacağımı bilirim. Ne yazık ki, ‘Kör olası hanede evlâd-ü ıyal var,’ ” yeni dildeki söylemiyle, “Ne yapayım, evde bakılacak çoluk çocuk var,” masalını söylüyorlar. Yani, “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim,” sendromu. Yaptıklarını ya da yapmadıklarını içine sindirebilmek için başvurulan bir savunma mekanizması veya hayasızca bir kaçış. Çünkü buna sığınan kişinin, insanlığından bu özveriyi, veya ilkesizliği, gerçekten çocukları ve eşi için mi, yoksa kendisi için mi yaptığı epey tartışılabilir bir konu. Çok merak ediyorum, sırf eşi, çocukları rahat yaşasınlar diye doğruluk, dürüstlükten ayrılmaya razı olabilen, rezilliğe katlanabilenlerin acaba kaçı, ileride eşlerinden boşanmaları gerekirse, “Al, bunlar senin; ben bütün bunları zaten senin için yapmıştım,” diyerek haksızlıkla, namussuzlukla edindiklerini eşlerine verirler? Verirlerse sorun yok, söylediklerinde samimilermiş demektir...

Denilir ki okuduğu kitaplar Don Kişot’un aklını başından aldı. Ben de derim ki, belki de okuduğu kitaplar aklını başına getirdi. Ona, yaşam denen yolculukta, insandan ne beklendiğini hatırlatarak, onu eyleme sev ketti. Don Kişot eylemini hayata geçirmek için etraftan onay beklemedi. İç sesine kulak verdi. Bu ona, kendi içsel gerçeğini daha iyi yansıtacak şekilde, kendisini değiştirme fırsatını verdi. Bu nedenle Don Kişot, “gerçek öz benliğini bulup ifade etme yoluyla dünyaya hakiki bir katkıda bulunmak” üzere “kahramanca yolculuk”a çıkabildi. Kitapta dinsel unsur da şöyle bir yaklaşımla yer alıyor, ama dünyanın kalımsız düzeni, kendi üstünlüğüne olan tartışmasız güveniyle bu noktayı kaçırıyor. O da şu, “ Hayatını feda eden, onu kurtarmış olur.” Don Kişot’un gözü karalığı, ve atlattığı yaşamsal tehlikelere rağmen eylemini sürdürmesi, onun bu ışığı yakalamış olmasından dolayı galiba. Bütün yaşadıklarından sonra, Don Kişot’un pişman ve aklı başına gelmiş olarak, huzur içinde öldüğü söylenir. Ben bunu, yitirdiği aklını yeniden devşirdiği anlamında değil de, insanların daha kurtarılmaya hazır olmadıkları gerçeğine vardığı şeklinde yorumluyorum. Sanki, “ Daha ne yapabilirim, nasıl yapabilirim ki; sizleri silkeledim ama uyandıramadım. Bu gidişle daha çok bedel ödemeye devam edeceksiniz. Ben görevi benden sonraki Don Kişot’lara devrediyorum,” türünden bir kabullenme. Onun duyduğu huzur da, akıllanmanın sağladığı huzur yerine, görevini yapmış olmanın verdiği huzur, bana kalırsa....

Don Kişot’lar “nemelâzımcı” olmayan, duyarlı insanlar. Benciller arasından değil, diğerkâm insanlardan çıkıyor. Bu özelliklerinden dolayı, başkalarının veya zamanlarının sorunlarını, kendi sorunları yapan insanlar onlar. Konu başlığındaki soruyu şimdi yeniden seslendirelim: “ Don Kişot’luğa gerek yok mu? ” Yürekli, inançlı, adanmış Don Kişot’lar, haksızlığa, cahilliğe, zulme karşı çıkmasınlar da, insanlar kötülerin insafına - daha doğrusu insafsızlığına - kalsın öyle mi? .... Tabii bu sadece benim görüşüm. Ancak size de sormak istiyorum; bütün bunlardan sonra , “Don Kişot’luğa gerek yok,” diyenler, lütfen ellerini kaldırsın

Tanıtılan Yazılar
Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Henüz etiket yok.
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page